KAYGI
Türk Dil Kurumu’na göre Kaygı, “üzüntü, endişe duyulan
düşünce, tasa” ve “genellikle kötü bir şey olacakmış düşüncesiyle ortaya çıkan
ve sebebi bilinmeyen gerginlik duygusu” şeklinde tanımlanmaktadır. Kaygı
sözcüğünün kökeni, eski Yunanca «anxsietas» kelimesine dayanmaktadır. Anxsietas
korku, endişe ve merak anlamlarına gelmektedir (Eryılmaz, 2018)
Amerikan
Psikiyatri Birliği'nin (1994) tanımına göre kaygı; kişiliğin bilinçli bölümünde
hissedilen ve ortaya çıkan tehlike sinyalidir. Öztürk'e (1997: 263) göre ise
kaygı anksiyete anlamına gelmemektedir. Kaygı genelde nesnesi bilinen durum ya
da kişiye karşı duyulan merak, tasa ve endişe duygusudur.
Kaygı, bireyin sanki kötü bir şey olacakmış gibi
hissettiği bir sıkıntı duygusu olarak tanımlanabilir. Bu duygu hafif bir
tedirginlikten, panik derecesine varan yoğunluklarda yaşanabilir (Öztürk,
1981). Kaygı, geniş anlamı ile sezilen bir tehlikeye hazırlanma sırasında
algılanan güçsüzlük duygusunun yaşandığı duygusal bir durum olarak da
tanımlanabilir (Aydın ve Zengin, 2008). Kaygı, hızlı kalp atışı, terleme, kas
gerginliği, hızlı nefes alıp verme gibi duyusal-bedensel süreçleri etkilediği
gibi, bireyin net biçimde düşünmesini engelleme veya sorunlarını çözmesini
güçleştirme gibi zihinsel süreçlerini de etkiler (Bootzin, 1986). Taş’ a (2006)
göre kaygı, bir uyaranla karşılaşıldığında yaşanılan bedensel, duygusal ve
zihinsel değişimlerle de kendini gösterir.
Patolojilerin
altında yatan en önemli sebeplerden biri olan kaygı bozukluklarının oldukça
yaygın olduğu da bilinmektedir (Özdemir, 2013). Kaygı,
psikopatoloji kapsamında ele alınabilecek önemli bir kavram olduğu gibi,
insanların gündelik davranışlarının anlaşılması açısından da önemli bir
kavramdır. Bu durum kaygının psikolojide yalnızca bir psikopatoloji türü olarak
değil, aynı zamanda bir kişilik özelliği olarak da incelenmesine yol açmıştır (Ulusoy ve Uzunöz, 1992).
Kaygı, insanın en temel duygularından biridir ve
tehlikeli görülen durumlarda kaygı duyulması normaldir. Kaygı yoğun yaşanmadığı
sürece, herhangi bir problem oluşturmayıp bazı durumlarda kişinin performansını
artırabilir. Durumluk kaygı, her bireyin yaşadığı duruma bağlı ve geçici olan
kaygıya denir. Zaman zaman stresin yoğun yaşanması gibi çeşitli nedenlere bağlı
olarak artış gösteren kaygı düzeyi, bireyin yaşantısında istenmedik sonuçlara
neden olabilir. Sürekli huzursuz ve mutsuz olunan, doğrudan doğruya çevreden
gelen tehlikelere bağlı olmayıp içten kaynaklanan, öz değerlerin tehdit
edildiği sanılarak içinde bulunulan durumun stresli olarak yorumlanması sonucu
duyulan kaygıya “sürekli kaygı” denir. Sürekli kaygı yaşayan bireylerde
davranışların aksaması, algılama ve dikkat bozuklukları, ders başarısının
düşmesi, kişisel ilişkilerden kaçınma ve içe kapanma gibi belirtiler
görülebilir (Öner ve Le Compte, 1985: 1, 2; Kyosti, 1992; Geçtan, 1993: 89;
Cüceloğlu, 1998: 440; Kapıkıran, 2006; Genç, 2008: 68).
Kaygı
yaratıcı faktörler kültürler arası farklılık göstermekle birlikte bazı ortak
özellikler taşır. Bunlar, desteğin çekilmesi, olumsuz sonucu beklemek, iç
çelişki, belirsizlik şeklinde sıralanabilir. Engellenme ile bir arada olabilen
kaygı, daha çok geleceğe dönük bir durum ve davranışın ortaya çıkaracağı
sonuçla ilgilidir (Cüceloğlu, 1996). Köknel'e (1998: 123) göre kaygı düzeyi
kişilik yapısıyla bağlantılıdır. Kaygılı bir bireyde görülebilecek ortak
belirtiler, ani sinirlilik, nefes darlığı ve düzensizliği, hızlı kalp atışı,
titreme, ağız kuruluğu, kısık ses, terleme, kas seğirmesi, idrarı tutamama,
gerginlik, dış görünüşe yansıyan panik hali, sürekli yorgunluk ve baş ağrısı
şeklinde olabilmektedir (Altuntaş, 2003; Baltaş ve Baltaş 1998; Cüceloğlu, 1996).
Kaygı üzerinde yapılmış birçok araştırma (Chang, 2006; Keogh, Bond, French,
Richards ve Davis, 2004; Moran ve Hughes, 2006; Zeidner, 1998), kaygı seviyesi
yükseldiğinde performansın, başarı düzeyinin ve problem çözme becerisinin
düştüğünü göstermektedir.
Kaygının
gelişimi genetik ve biyolojik etkenlerden, öğrenmelerden ve çeşitli
deneyimlerden, yaşanılan ortamda karşılaşılan uyarıcılardan etkilenmektedir
(Cloninger, 1988). Kaygının, genetik etkenlerle doğuştan mı geldiği yoksa
çevresel etkenlerle öğrenilmiş mi olduğu konusundaki kuramsal tartışmalar
günümüzde de sürmektedir. Ancak, bu konuda Spielberger (1966) tarafından ileri
sürülen yaklaşım genel olarak kabul görmektedir. Spilberger'in iki durumlu
kaygı yaklaşımında, durumluk ve sürekli kaygı tanımlanmaktadır.
Sürekli
kaygı (trait anxiety) ise, bireyin kaygı yaşantısına yatkınlığıdır. Buna
kişinin içinde bulunduğu durumları genellikle stresli olarak algılama ve
yorumlama eğilimi de denebilir. Sürekli kaygı, kişinin kaygı düzeyi açısından genel
yatkınlığına işaret eder. Dolayısıyla, kişisel bir özelliktir ve süreklilik
içerir. Sürekli kaygı seviyesi yüksek olan kişiler durumları tehlikeli veya
tehdit edici olarak algılamaya ve kaygı deneyimlemeye genel yapı olarak daha
yatkındırlar (Spielberger, 1972). Sürekli kaygısı yüksek bireyler, durumluk
kaygıyı da diğerlerinden daha sık ve yoğun yaşarlar (Aktaran: Özusta, 1995).
Sürekli kaygı yaşayan bireyler günlük hayatta birçok alanda kaygı
yaşayabilirler. Topluluk önünde konuşurken, telefonda konuşurken, alacağı
yiyeceği sipariş ederken vb. birden fazla alanda kaygı yaşamaları mümkündür.
Tanımlanmaz bir sıkıntı hissetmektedirler.
Durumluk
kaygı (state anxiety), kişilerin özel durumları tehdit edici olarak yorumlaması
sonucu oluşan duygusal tepkidir. Durumluk kaygı, işinin kaygı düzeyinde
durumsal değişikliklere bağlı olarak meydana gelen geçici değişimleri yansıtır.
Başka bir deyişle, stres veya tehlike içeren durum karşısında kişinin verdiği
geçici duygusal tepkidir. Durumluk kaygı yaşayan bireylere baktığımızda ise
yalnızca özel durumlarda kaygı hissederler. Örneğin üniversite sınavına girecek
bir birey veya iş görüşmesi için mülakata girecek bir birey gibi. Bu gibi
bireyler sonuç ortaya çıkana dek kaygı hissederler, diğer durumlarda
hissetmemektedirler. Sürekli kaygının, fiziksel bir tehlikeden ziyade özsaygıya
yönelik psikolojik bir tehdit içeren durumlarda, durumluk kaygının yüksek
seviyelerde oluşunu öngördüğü ileri sürülmüştür (Spielberger, 1972).
Kaygı
bireylerin duyguları, düşünceleri ve davranışları üzerinde önemli etki
bırakmaktadır. Kaygı; bireylerin bedenlerinde, kurdukları ilişkilerde, okul/iş
yaşamındaki başarılarında ve gelecek planlarında olumsuz etkiler yansıtır. Bu
etkilerin en çok gözlenir hali beden boyutundaki etkileridir. Kaygı yaşayan
bireylerde, birtakım bedensel değişiklikler oluşmaktadır. Bu bedensel
değişiklikler, kişiden kişiye ve yaşanan kaygı durumunun yoğunluğuna bağlı
olarak farklılık göstermektedir. Kaygının yarattığı bireydeki bedensel
değişiklikler; gerginlik, kalp atımı hızının artması, terleme, titreme, ağızda
kuruluk, uykusuzluk, korku şeklinde gözlemlenebilir. Okul/iş yaşamındaki
etkilere baktığımızda ise; kaygılı bireylerin işlerine konsantre olmada güçlük
çektikleri görülmektedir. Ayrıca yaşadıkları yoğun kaygı kendilerini ifade
etmelerine engel olmaktadır. Bazı kaygılı bireyler toplum içinde veya telefonla
konuşma gibi durumlarda da sıkıntı yaşamaktadırlar. Bu bireyler, insanlarla bir
arada olmaktan kaygı duyabilirler. Özellikle kaygı oluşturan toplumsal
alanlardan uzaklaşma, kaçma bu bireylerin en önemli özelliklerindendir. Kaygılı
bireylerin geleceklerine olan umut düzeyleri de düşüktür. Genel anlamda
geleceğe yönelik beklentileri olumsuzluklardan ibarettir.
Kaygının
pek çok nedenleri bulunmaktadır. Genel
olarak; stres verici yaşam olaylarına maruz kalmak ya da örseleyici yaşantılara
yönelik deneyimlerin olması, aile üyeleri arasında kaygılı bireylerin var
olması, çocukluk döneminde gelişimsel sorunlar yaşamak, madde kullanımı, tıbbi
ya da psikiyatrik sorunların olması gibi nedenler kaygının nedenleri arasında
sıralanabilir. Biyolojik yaklaşıma göre bireylerin kaygı sorunları yaşamlarının
nedenleri, onların hücre ya da organ düzeyinde bozulmalar yaşamalarıdır. Bu noktada
nörotransmitterler karşımıza çıkar. Nörotransmitterler sinir hücreleri
arasındaki etkileşimi düzenleyen kimyasal yapılardır. Yüksek düzeyde kaygı
yaşayan bireylerin bir nörotransmitter olan seratonin düzeylerinin düşük olduğu
bulunmuştur. Norepinefrin de bir diğer
nörotransmitterdir. Norepinefrin salgılamasının dengesizliği de kaygıya neden
olmaktadır. Ayrıca, beynin frontal, oksipital ve de temporal bölgelerindeki
hücresel yapılar bozulmasının da kaygıya neden olduğu belirtilmektedir. Son
olarak aile üyelerinde kaygı ve kaygılanım bozukluğu varsa bu tür ailelerden
gelen bireylerde de kaygı bozukluğunun kalıtsal olarak ortaya çıkabileceği
belirtilmektedir (Eryılmaz, 2018)
Sigmund
Freud psikanalitik yaklaşım çerçevesinde kaygının anlaşılması ve açıklanmasında
önemli katkılar sağlamıştır. Freud kaygı nevrozunu ilk defa 1895 yılında
kavramsallaştırmış ve o zamandan beri bu kavram pek çok açıdan çalışılmıştır.
Freud’un erken dönem görüşlerine göre, algılanan gerçek bir tehlikeye verilen
kaygı tepkisi olan korkudan farklı olarak nevrotik kaygı; bastırılmış libidonun
(birikmiş somatik cinsel gerginlik) boşaltılmasının sonucudur. Libidinal uyarım
sonucunda ortaya çıkan ve tehdit olarak algılanan cinsel arzular, fanteziler,
deneyimler ya da imgeler bastırılır (akt. Corsini, Anastasi, Allen, Ardila,
Lundin, Pinckney ve Altwies 1994). Freud (1926) insanı, tehlikeli ve düşmanca
özelliklere sahip olabilen fiziksel ve sosyal çevresi içerisinde, kendini
korumak ve yaşamını sürdürebilmek amacıyla sürekli çaba göstermesi gereken bir
varlık olarak tanımlamıştır. Freud’un daha sonradan ileri sürdüğü bu teoride
kaygı bir nevi sinyal görevi görmektedir. Freud kaygının üç şekilde
görülebileceğini belirtmektedir. Bunlar; gerçeklik kaygısı, vicdani kaygı ve
nevrotik kaygılardır. Gerçeklik kaygısı, bireyin dış dünyasında tehlikeli bir
durumun algılanmasından doğan kaygıdır. Gerçeklik kaygısı, bireyin yaşaması
için gereksinim duyulan bir şeye ulaşamaması ya da bireyin yaşamını
sürdürülebilmesini tehlikeye sokan şeyin ortaya çıkmasından kaynaklanmaktadır.
Vicdani (Törel) kaygı, bu kaygının gerçeklik kaygısından farkı, vicdani kaygıya
neden 4 olan durumdan kaçabilme imkânının olmamasıdır. Vicdani kaygı süperegonun
cezalandırıcı tutumuna karşı geliştirilen suçluluk duygularının ürünüdür.
Nevrotik kaygı, bireyin savunma mekanizmalarının yetersiz kaldığı durumlarda,
içgüdülerden gelen tehlikenin algılanmasıyla ortaya çıkan kaygı türüdür.
Gerçeklik kaygısı ya da vicdani kaygıda birey ortaya çıkan bu duygunun
nedenlerinin farkında iken, nevrotik kaygının kaynağının bilincinde olamaz.
Kaygı
ile ilgili olarak psikanalitik kuramların dışsal etmenlere önem vermesinden
farklı olarak öğrenme kuramları ve davranışçı kuramlar içsel uyaranlara
odaklanmaktadır. Davranışçı yaklaşımlar, kaygının örseleyici yaşantılar
sonucunda uyaranların birbirleriyle ilişkilendirilerek öğrenildiğini
savunmaktadır. Birey kaygı için işaret uyarını ile karşılaşıldığında kaygı
duygusu tekrar aktifleşir. Öğrenme kuramlarına genel çerçevede bakıldığında
kaygının, klasik ve edimsel koşullanmalar yoluyla kazanıldığına vurgu yapıldığı
görülmektedir. Eysenck (1957) ise kaygının sosyal öğrenme ile edinilebilmesinin
yanı sıra bireylerin genetik yatkınlıkla (otonom sinir sisteminin hassaslığı)
da kaygıya açık hale gelebileceğini belirtmiştir.
Bilişsel
kuramlar ise, kaygı yaşantısında bireyin duruma dair öznel yorumlamalarını ön
plana koyarlar (örn; Beck, Emery ve Greenberg, 2011; Eysenck, 2000). Beck
(1976)’e göre, korku ve kaygı; tehlike durumlarında bir işaret görevindedir.
Gerçek bir tehlikenin olduğu ve insan hayatını tehdit edici olan durumlarda hayatta
kalmayı kolaylaştırmaktadır. Dolayısıyla tehlikenin farkına varma ve tepkide
bulunma gücünün, bireylerin hayatta kalması açısından büyük önem taşıdığı kabul
edilmektedir. Elbette ki tehlikelerle karşılaşma olasılığı günümüz yaşantısında
daha düşüktür ve fiziksel savunmaların giderek azalması söz konusudur. Gerçek
bir tehlikenin olmadığı durumlarda kaygı olumlu işlevselliğini kaybederek, bireyi
olumsuz etkileyen bir hal almaktadır. Eysenck (2000) kaygı yaşantısının; dışsal
uyarandan, içsel fizyolojik uyaranlardan, bireyin davranışlarından ve bireyin
kendi bilişlerinden (örn: geleceğe dair kaygıları) gelen bilgilerin işlenmesine
bağlı olduğunu belirtmiştir. Bir kaygı bozukluğuna işaret eden belirtiler
bilişsel, duygusal, davranışsal ve fizyolojik olmak üzere, tehlike durumlarına
uyumlu tepkiler üretmek için koordine edilmiş dört işlevsel sisteme
bölünebilmektedir. Bilişsel belirtilerin büyük çoğunluğu kendilik bilinci gibi
normal işlevlerin yoğun veya aşırı teyakkuz (hypervigilance) halidir. Diğer
belirtiler ise normal işlevlerin ketlenmelerinin bir sonucu gibi gözükmektedir
(konsantrasyon kaybı gibi). Duygusal belirtiler genelde kaygı bozukluklarının
en dramatik belirtileridir. Duygusal belirtiler sorunun doğasına bağlı olarak
çeşitlilik gösterebilmektedir. Davranışsal belirtiler genellikle davranışsal
sistemin hiperaktivitesini veya onun engellenmesini yansıtır. Davranışlar başta
kaygıyı azaltma amacıyla ortaya çıksalar da giderek kaygıyı arttırıcı bir
niteliğe sahip olabilmektedirler. Fizyolojik belirtiler ise kendini korumaya
yönelmiş bütün bir organizmanın hazır olma durumunu yansıtmaktadır. Vücudun
farklı sistemlerinde eş zamanlı olarak ortaya çıkabilmektedirler (Beck ve ark.,
2011 ).
İki Faktörlü Kaygı Kuramı Spielberger (1966, 1972) tarafından temellendirilmiş bir kuramdır. Bu kuramda durumluk ve sürekli olmak üzere iki tür kaygıdan bahsedilir. Durumluk kaygı tehlikeli koşulların yarattığı korku ve tedirginlik, bireyin yaşadığı geçici bir kaygı olarak kabul edilir. Kişinin o anda içinde bulunduğu duruma doğrudan doğruya bağlı olmayan sürekli kaygı ise bir kişilik özelliğini belirler. Sürekli kaygı, bireyleri birbirinden ayırt eden bir özelliktir. Kaygı yaşantılarındaki bu ayrımın yapılması Spielberger’in İki Faktörlü Kaygı Kuramı ile, kaygı türlerinin ölçülmesi de Spielberger ve arkadaşlarının Durumluk- Sürekli Kaygı Envanteriyle mümkün olmuştur. Durumluk kaygı (A-State); bireyin içinde bulunduğu stresli koşullardan dolayı hissettiği öznel korkudur. Ayrıca kaygı süreçlerinin ilk basamağını da durumluk kaygı oluşturmaktadır. Yaşanılan bu öznel korkuyla birlikte otonom sinir sisteminde meydana gelen uyarılma sonucu oluşan fizyolojik değişimler (terleme, sararma, kızarma ve titreme gibi), bireyin gerilim ve huzursuzluk duygularının göstergeleridir. Stresin yoğun olduğu koşullarda, durumluk kaygı seviyesinde yükselme, stresin ortadan kalkması durumunda ise, durumluk kaygı seviyesinde düşme görülür (Spielberger, 1966, 1972). Sürekli kaygı (A-Trait) ise, bireyin içinde bulunduğu durumları genellikle stresli olarak algılama ve yorumlama eğilimidir. Yani bireyin kaygı yaşantısına olan yatkınlığıdır. Dolayısıyla durumluk kaygıya göre daha durağan bir özellik göstermektedir. Nesnel ölçütlere göre nötr olan durumların kişi tarafından tehlikeli ve özünü tehdit edici (küçültücü) olarak algılanması sonucu oluşan mutsuzluk ve hoşnutsuzluk duygusudur. Sürekli kaygı seviyesi yüksek olan bireyler stres durumlarında diğer bireylere göre daha kolay incinmekte ve karamsarlığa düşmektedirler. Bu bireyler, durumluk kaygıyı da diğerlerinden daha sık ve daha yoğun bir biçimde yaşarlar (Spielberger, 1966, 1972). Bu araştırmada da kaygı düzeyleri incelenirken öğrencilerin durumluk ve sürekli kaygı düzeyleri incelenmiştir. Öğrencilerin yaşadıkları durumsal kaygı belirtilerini kontrol 8 ederek sürekli kaygı düzeyleri, yani kaygıya eğilimleri, farklı değişkenlerle ilişkili olarak incelenmiştir.
KAYNAKÇA
·
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&kelime=KAYGI
·
Kutlu, Ö. (2001). Ergenlerin üniversite sınavına ilişkin
kaygıları. Eğitim ve Bilim, 26(121).
·
Gökhan, B. A. Ş. (2014). Lise öğrencilerinde yabancı dil
öğrenme kaygısı: Nitel bir araştırma. Pamukkale Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Dergisi, 36(36), 101-119.
·
Özdemir, İ. (2013). Aile yanında yaşayan ve ailesinden ayrı
yaşayan üniversite öğrencilerinin algılanan sosyal destek, stresle başa çıkma
tarzları, kaygı düzeyleri ve psikolojik belirtiler açısından karşılaştırılması.
·
GÜÇLÜ,
N., ATEŞ, Ö. T., & İHTİYAROĞLU, N. (2016). Kadın okul yöneticilerinin
durumluk ve sürekli kaygı düzeyleri. Karadeniz Sosyal Bilimler Dergisi, 7(03),
176-188.
·
Eryılmaz, A. (2018). Bireyle Psikolojik
Danışmada Sık Karşılaşılan Psikolojik Sorunlara Müdahale ve Kendi Kendine
Yardım Kitabı. PEGEM Yayınları. 3. Baskı. Ankara
· Özdemir, İ. (2013). Aile yanında yaşayan ve ailesinden ayrı yaşayan üniversite öğrencilerinin algılanan sosyal destek, stresle başa çıkma tarzları, kaygı düzeyleri ve psikolojik belirtiler açısından karşılaştırılması.
Uzman Psikolojik Danışman Melike Dinç