x
M E L İ K E
D İ N Ç

Kaygı Üzerine

  • Psikoloji
  • /
  • 20 Mayıs 2024

KAYGI

Türk Dil Kurumu’na göre Kaygı, “üzüntü, endişe duyulan düşünce, tasa” ve “genellikle kötü bir şey olacakmış düşüncesiyle ortaya çıkan ve sebebi bilinmeyen gerginlik duygusu” şeklinde tanımlanmaktadır.  Kaygı sözcüğünün kökeni, eski Yunanca «anxsietas» kelimesine dayanmaktadır. Anxsietas korku, endişe ve merak anlamlarına gelmektedir (Eryılmaz, 2018)

Amerikan Psikiyatri Birliği'nin (1994) tanımına göre kaygı; kişiliğin bilinçli bölümünde hissedilen ve ortaya çıkan tehlike sinyalidir. Öztürk'e (1997: 263) göre ise kaygı anksiyete anlamına gelmemektedir. Kaygı genelde nesnesi bilinen durum ya da kişiye karşı duyulan merak, tasa ve endişe duygusudur.

Kaygı, bireyin sanki kötü bir şey olacakmış gibi hissettiği bir sıkıntı duygusu olarak tanımlanabilir. Bu duygu hafif bir tedirginlikten, panik derecesine varan yoğunluklarda yaşanabilir (Öztürk, 1981). Kaygı, geniş anlamı ile sezilen bir tehlikeye hazırlanma sırasında algılanan güçsüzlük duygusunun yaşandığı duygusal bir durum olarak da tanımlanabilir (Aydın ve Zengin, 2008). Kaygı, hızlı kalp atışı, terleme, kas gerginliği, hızlı nefes alıp verme gibi duyusal-bedensel süreçleri etkilediği gibi, bireyin net biçimde düşünmesini engelleme veya sorunlarını çözmesini güçleştirme gibi zihinsel süreçlerini de etkiler (Bootzin, 1986). Taş’ a (2006) göre kaygı, bir uyaranla karşılaşıldığında yaşanılan bedensel, duygusal ve zihinsel değişimlerle de kendini gösterir.

Patolojilerin altında yatan en önemli sebeplerden biri olan kaygı bozukluklarının oldukça yaygın olduğu da bilinmektedir (Özdemir, 2013). Kaygı, psikopatoloji kapsamında ele alınabilecek önemli bir kavram olduğu gibi, insanların gündelik davranışlarının anlaşılması açısından da önemli bir kavramdır. Bu durum kaygının psikolojide yalnızca bir psikopatoloji türü olarak değil, aynı zamanda bir kişilik özelliği olarak da incelenmesine yol açmıştır  (Ulusoy ve Uzunöz, 1992).

Kaygı, insanın en temel duygularından biridir ve tehlikeli görülen durumlarda kaygı duyulması normaldir. Kaygı yoğun yaşanmadığı sürece, herhangi bir problem oluşturmayıp bazı durumlarda kişinin performansını artırabilir. Durumluk kaygı, her bireyin yaşadığı duruma bağlı ve geçici olan kaygıya denir. Zaman zaman stresin yoğun yaşanması gibi çeşitli nedenlere bağlı olarak artış gösteren kaygı düzeyi, bireyin yaşantısında istenmedik sonuçlara neden olabilir. Sürekli huzursuz ve mutsuz olunan, doğrudan doğruya çevreden gelen tehlikelere bağlı olmayıp içten kaynaklanan, öz değerlerin tehdit edildiği sanılarak içinde bulunulan durumun stresli olarak yorumlanması sonucu duyulan kaygıya “sürekli kaygı” denir. Sürekli kaygı yaşayan bireylerde davranışların aksaması, algılama ve dikkat bozuklukları, ders başarısının düşmesi, kişisel ilişkilerden kaçınma ve içe kapanma gibi belirtiler görülebilir (Öner ve Le Compte, 1985: 1, 2; Kyosti, 1992; Geçtan, 1993: 89; Cüceloğlu, 1998: 440; Kapıkıran, 2006; Genç, 2008: 68).

Kaygı yaratıcı faktörler kültürler arası farklılık göstermekle birlikte bazı ortak özellikler taşır. Bunlar, desteğin çekilmesi, olumsuz sonucu beklemek, iç çelişki, belirsizlik şeklinde sıralanabilir. Engellenme ile bir arada olabilen kaygı, daha çok geleceğe dönük bir durum ve davranışın ortaya çıkaracağı sonuçla ilgilidir (Cüceloğlu, 1996). Köknel'e (1998: 123) göre kaygı düzeyi kişilik yapısıyla bağlantılıdır. Kaygılı bir bireyde görülebilecek ortak belirtiler, ani sinirlilik, nefes darlığı ve düzensizliği, hızlı kalp atışı, titreme, ağız kuruluğu, kısık ses, terleme, kas seğirmesi, idrarı tutamama, gerginlik, dış görünüşe yansıyan panik hali, sürekli yorgunluk ve baş ağrısı şeklinde olabilmektedir (Altuntaş, 2003; Baltaş ve Baltaş 1998; Cüceloğlu, 1996). Kaygı üzerinde yapılmış birçok araştırma (Chang, 2006; Keogh, Bond, French, Richards ve Davis, 2004; Moran ve Hughes, 2006; Zeidner, 1998), kaygı seviyesi yükseldiğinde performansın, başarı düzeyinin ve problem çözme becerisinin düştüğünü göstermektedir.

Kaygının gelişimi genetik ve biyolojik etkenlerden, öğrenmelerden ve çeşitli deneyimlerden, yaşanılan ortamda karşılaşılan uyarıcılardan etkilenmektedir (Cloninger, 1988). Kaygının, genetik etkenlerle doğuştan mı geldiği yoksa çevresel etkenlerle öğrenilmiş mi olduğu konusundaki kuramsal tartışmalar günümüzde de sürmektedir. Ancak, bu konuda Spielberger (1966) tarafından ileri sürülen yaklaşım genel olarak kabul görmektedir. Spilberger'in iki durumlu kaygı yaklaşımında, durumluk ve sürekli kaygı tanımlanmaktadır.

Sürekli kaygı (trait anxiety) ise, bireyin kaygı yaşantısına yatkınlığıdır. Buna kişinin içinde bulunduğu durumları genellikle stresli olarak algılama ve yorumlama eğilimi de denebilir. Sürekli kaygı, kişinin kaygı düzeyi açısından genel yatkınlığına işaret eder. Dolayısıyla, kişisel bir özelliktir ve süreklilik içerir. Sürekli kaygı seviyesi yüksek olan kişiler durumları tehlikeli veya tehdit edici olarak algılamaya ve kaygı deneyimlemeye genel yapı olarak daha yatkındırlar (Spielberger, 1972).  Sürekli kaygısı yüksek bireyler, durumluk kaygıyı da diğerlerinden daha sık ve yoğun yaşarlar (Aktaran: Özusta, 1995). Sürekli kaygı yaşayan bireyler günlük hayatta birçok alanda kaygı yaşayabilirler. Topluluk önünde konuşurken, telefonda konuşurken, alacağı yiyeceği sipariş ederken vb. birden fazla alanda kaygı yaşamaları mümkündür. Tanımlanmaz bir sıkıntı hissetmektedirler.

Durumluk kaygı (state anxiety), kişilerin özel durumları tehdit edici olarak yorumlaması sonucu oluşan duygusal tepkidir. Durumluk kaygı, işinin kaygı düzeyinde durumsal değişikliklere bağlı olarak meydana gelen geçici değişimleri yansıtır. Başka bir deyişle, stres veya tehlike içeren durum karşısında kişinin verdiği geçici duygusal tepkidir. Durumluk kaygı yaşayan bireylere baktığımızda ise yalnızca özel durumlarda kaygı hissederler. Örneğin üniversite sınavına girecek bir birey veya iş görüşmesi için mülakata girecek bir birey gibi. Bu gibi bireyler sonuç ortaya çıkana dek kaygı hissederler, diğer durumlarda hissetmemektedirler. Sürekli kaygının, fiziksel bir tehlikeden ziyade özsaygıya yönelik psikolojik bir tehdit içeren durumlarda, durumluk kaygının yüksek seviyelerde oluşunu öngördüğü ileri sürülmüştür (Spielberger, 1972).

Kaygı bireylerin duyguları, düşünceleri ve davranışları üzerinde önemli etki bırakmaktadır. Kaygı; bireylerin bedenlerinde, kurdukları ilişkilerde, okul/iş yaşamındaki başarılarında ve gelecek planlarında olumsuz etkiler yansıtır. Bu etkilerin en çok gözlenir hali beden boyutundaki etkileridir. Kaygı yaşayan bireylerde, birtakım bedensel değişiklikler oluşmaktadır. Bu bedensel değişiklikler, kişiden kişiye ve yaşanan kaygı durumunun yoğunluğuna bağlı olarak farklılık göstermektedir. Kaygının yarattığı bireydeki bedensel değişiklikler; gerginlik, kalp atımı hızının artması, terleme, titreme, ağızda kuruluk, uykusuzluk, korku şeklinde gözlemlenebilir. Okul/iş yaşamındaki etkilere baktığımızda ise; kaygılı bireylerin işlerine konsantre olmada güçlük çektikleri görülmektedir. Ayrıca yaşadıkları yoğun kaygı kendilerini ifade etmelerine engel olmaktadır. Bazı kaygılı bireyler toplum içinde veya telefonla konuşma gibi durumlarda da sıkıntı yaşamaktadırlar. Bu bireyler, insanlarla bir arada olmaktan kaygı duyabilirler. Özellikle kaygı oluşturan toplumsal alanlardan uzaklaşma, kaçma bu bireylerin en önemli özelliklerindendir. Kaygılı bireylerin geleceklerine olan umut düzeyleri de düşüktür. Genel anlamda geleceğe yönelik beklentileri olumsuzluklardan ibarettir.

Kaygının pek çok nedenleri bulunmaktadır.  Genel olarak; stres verici yaşam olaylarına maruz kalmak ya da örseleyici yaşantılara yönelik deneyimlerin olması, aile üyeleri arasında kaygılı bireylerin var olması, çocukluk döneminde gelişimsel sorunlar yaşamak, madde kullanımı, tıbbi ya da psikiyatrik sorunların olması gibi nedenler kaygının nedenleri arasında sıralanabilir. Biyolojik yaklaşıma göre bireylerin kaygı sorunları yaşamlarının nedenleri, onların hücre ya da organ düzeyinde bozulmalar yaşamalarıdır. Bu noktada nörotransmitterler karşımıza çıkar. Nörotransmitterler sinir hücreleri arasındaki etkileşimi düzenleyen kimyasal yapılardır. Yüksek düzeyde kaygı yaşayan bireylerin bir nörotransmitter olan seratonin düzeylerinin düşük olduğu bulunmuştur.  Norepinefrin de bir diğer nörotransmitterdir. Norepinefrin salgılamasının dengesizliği de kaygıya neden olmaktadır. Ayrıca, beynin frontal, oksipital ve de temporal bölgelerindeki hücresel yapılar bozulmasının da kaygıya neden olduğu belirtilmektedir. Son olarak aile üyelerinde kaygı ve kaygılanım bozukluğu varsa bu tür ailelerden gelen bireylerde de kaygı bozukluğunun kalıtsal olarak ortaya çıkabileceği belirtilmektedir (Eryılmaz, 2018)

Sigmund Freud psikanalitik yaklaşım çerçevesinde kaygının anlaşılması ve açıklanmasında önemli katkılar sağlamıştır. Freud kaygı nevrozunu ilk defa 1895 yılında kavramsallaştırmış ve o zamandan beri bu kavram pek çok açıdan çalışılmıştır. Freud’un erken dönem görüşlerine göre, algılanan gerçek bir tehlikeye verilen kaygı tepkisi olan korkudan farklı olarak nevrotik kaygı; bastırılmış libidonun (birikmiş somatik cinsel gerginlik) boşaltılmasının sonucudur. Libidinal uyarım sonucunda ortaya çıkan ve tehdit olarak algılanan cinsel arzular, fanteziler, deneyimler ya da imgeler bastırılır (akt. Corsini, Anastasi, Allen, Ardila, Lundin, Pinckney ve Altwies 1994). Freud (1926) insanı, tehlikeli ve düşmanca özelliklere sahip olabilen fiziksel ve sosyal çevresi içerisinde, kendini korumak ve yaşamını sürdürebilmek amacıyla sürekli çaba göstermesi gereken bir varlık olarak tanımlamıştır. Freud’un daha sonradan ileri sürdüğü bu teoride kaygı bir nevi sinyal görevi görmektedir. Freud kaygının üç şekilde görülebileceğini belirtmektedir. Bunlar; gerçeklik kaygısı, vicdani kaygı ve nevrotik kaygılardır. Gerçeklik kaygısı, bireyin dış dünyasında tehlikeli bir durumun algılanmasından doğan kaygıdır. Gerçeklik kaygısı, bireyin yaşaması için gereksinim duyulan bir şeye ulaşamaması ya da bireyin yaşamını sürdürülebilmesini tehlikeye sokan şeyin ortaya çıkmasından kaynaklanmaktadır. Vicdani (Törel) kaygı, bu kaygının gerçeklik kaygısından farkı, vicdani kaygıya neden 4 olan durumdan kaçabilme imkânının olmamasıdır. Vicdani kaygı süperegonun cezalandırıcı tutumuna karşı geliştirilen suçluluk duygularının ürünüdür. Nevrotik kaygı, bireyin savunma mekanizmalarının yetersiz kaldığı durumlarda, içgüdülerden gelen tehlikenin algılanmasıyla ortaya çıkan kaygı türüdür. Gerçeklik kaygısı ya da vicdani kaygıda birey ortaya çıkan bu duygunun nedenlerinin farkında iken, nevrotik kaygının kaynağının bilincinde olamaz.

Kaygı ile ilgili olarak psikanalitik kuramların dışsal etmenlere önem vermesinden farklı olarak öğrenme kuramları ve davranışçı kuramlar içsel uyaranlara odaklanmaktadır. Davranışçı yaklaşımlar, kaygının örseleyici yaşantılar sonucunda uyaranların birbirleriyle ilişkilendirilerek öğrenildiğini savunmaktadır. Birey kaygı için işaret uyarını ile karşılaşıldığında kaygı duygusu tekrar aktifleşir. Öğrenme kuramlarına genel çerçevede bakıldığında kaygının, klasik ve edimsel koşullanmalar yoluyla kazanıldığına vurgu yapıldığı görülmektedir. Eysenck (1957) ise kaygının sosyal öğrenme ile edinilebilmesinin yanı sıra bireylerin genetik yatkınlıkla (otonom sinir sisteminin hassaslığı) da kaygıya açık hale gelebileceğini belirtmiştir.

Bilişsel kuramlar ise, kaygı yaşantısında bireyin duruma dair öznel yorumlamalarını ön plana koyarlar (örn; Beck, Emery ve Greenberg, 2011; Eysenck, 2000). Beck (1976)’e göre, korku ve kaygı; tehlike durumlarında bir işaret görevindedir. Gerçek bir tehlikenin olduğu ve insan hayatını tehdit edici olan durumlarda hayatta kalmayı kolaylaştırmaktadır. Dolayısıyla tehlikenin farkına varma ve tepkide bulunma gücünün, bireylerin hayatta kalması açısından büyük önem taşıdığı kabul edilmektedir. Elbette ki tehlikelerle karşılaşma olasılığı günümüz yaşantısında daha düşüktür ve fiziksel savunmaların giderek azalması söz konusudur. Gerçek bir tehlikenin olmadığı durumlarda kaygı olumlu işlevselliğini kaybederek, bireyi olumsuz etkileyen bir hal almaktadır. Eysenck (2000) kaygı yaşantısının; dışsal uyarandan, içsel fizyolojik uyaranlardan, bireyin davranışlarından ve bireyin kendi bilişlerinden (örn: geleceğe dair kaygıları) gelen bilgilerin işlenmesine bağlı olduğunu belirtmiştir. Bir kaygı bozukluğuna işaret eden belirtiler bilişsel, duygusal, davranışsal ve fizyolojik olmak üzere, tehlike durumlarına uyumlu tepkiler üretmek için koordine edilmiş dört işlevsel sisteme bölünebilmektedir. Bilişsel belirtilerin büyük çoğunluğu kendilik bilinci gibi normal işlevlerin yoğun veya aşırı teyakkuz (hypervigilance) halidir. Diğer belirtiler ise normal işlevlerin ketlenmelerinin bir sonucu gibi gözükmektedir (konsantrasyon kaybı gibi). Duygusal belirtiler genelde kaygı bozukluklarının en dramatik belirtileridir. Duygusal belirtiler sorunun doğasına bağlı olarak çeşitlilik gösterebilmektedir. Davranışsal belirtiler genellikle davranışsal sistemin hiperaktivitesini veya onun engellenmesini yansıtır. Davranışlar başta kaygıyı azaltma amacıyla ortaya çıksalar da giderek kaygıyı arttırıcı bir niteliğe sahip olabilmektedirler. Fizyolojik belirtiler ise kendini korumaya yönelmiş bütün bir organizmanın hazır olma durumunu yansıtmaktadır. Vücudun farklı sistemlerinde eş zamanlı olarak ortaya çıkabilmektedirler (Beck ve ark., 2011 ).

İki Faktörlü Kaygı Kuramı Spielberger (1966, 1972) tarafından temellendirilmiş bir kuramdır. Bu kuramda durumluk ve sürekli olmak üzere iki tür kaygıdan bahsedilir. Durumluk kaygı tehlikeli koşulların yarattığı korku ve tedirginlik, bireyin yaşadığı geçici bir kaygı olarak kabul edilir. Kişinin o anda içinde bulunduğu duruma doğrudan doğruya bağlı olmayan sürekli kaygı ise bir kişilik özelliğini belirler. Sürekli kaygı, bireyleri birbirinden ayırt eden bir özelliktir. Kaygı yaşantılarındaki bu ayrımın yapılması Spielberger’in İki Faktörlü Kaygı Kuramı ile, kaygı türlerinin ölçülmesi de Spielberger ve arkadaşlarının Durumluk- Sürekli Kaygı Envanteriyle mümkün olmuştur. Durumluk kaygı (A-State); bireyin içinde bulunduğu stresli koşullardan dolayı hissettiği öznel korkudur. Ayrıca kaygı süreçlerinin ilk basamağını da durumluk kaygı oluşturmaktadır. Yaşanılan bu öznel korkuyla birlikte otonom sinir sisteminde meydana gelen uyarılma sonucu oluşan fizyolojik değişimler (terleme, sararma, kızarma ve titreme gibi), bireyin gerilim ve huzursuzluk duygularının göstergeleridir. Stresin yoğun olduğu koşullarda, durumluk kaygı seviyesinde yükselme, stresin ortadan kalkması durumunda ise, durumluk kaygı seviyesinde düşme görülür (Spielberger, 1966, 1972). Sürekli kaygı (A-Trait) ise, bireyin içinde bulunduğu durumları genellikle stresli olarak algılama ve yorumlama eğilimidir. Yani bireyin kaygı yaşantısına olan yatkınlığıdır. Dolayısıyla durumluk kaygıya göre daha durağan bir özellik göstermektedir. Nesnel ölçütlere göre nötr olan durumların kişi tarafından tehlikeli ve özünü tehdit edici (küçültücü) olarak algılanması sonucu oluşan mutsuzluk ve hoşnutsuzluk duygusudur. Sürekli kaygı seviyesi yüksek olan bireyler stres durumlarında diğer bireylere göre daha kolay incinmekte ve karamsarlığa düşmektedirler. Bu bireyler, durumluk kaygıyı da diğerlerinden daha sık ve daha yoğun bir biçimde yaşarlar (Spielberger, 1966, 1972). Bu araştırmada da kaygı düzeyleri incelenirken öğrencilerin durumluk ve sürekli kaygı düzeyleri incelenmiştir. Öğrencilerin yaşadıkları durumsal kaygı belirtilerini kontrol 8 ederek sürekli kaygı düzeyleri, yani kaygıya eğilimleri, farklı değişkenlerle ilişkili olarak incelenmiştir. 

KAYNAKÇA

·         http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&kelime=KAYGI

·         Kutlu, Ö. (2001). Ergenlerin üniversite sınavına ilişkin kaygıları. Eğitim ve Bilim26(121).

·         Gökhan, B. A. Ş. (2014). Lise öğrencilerinde yabancı dil öğrenme kaygısı: Nitel bir araştırma. Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi36(36), 101-119.

·         Özdemir, İ. (2013). Aile yanında yaşayan ve ailesinden ayrı yaşayan üniversite öğrencilerinin algılanan sosyal destek, stresle başa çıkma tarzları, kaygı düzeyleri ve psikolojik belirtiler açısından karşılaştırılması.

·         GÜÇLÜ, N., ATEŞ, Ö. T., & İHTİYAROĞLU, N. (2016). Kadın okul yöneticilerinin durumluk ve sürekli kaygı düzeyleri. Karadeniz Sosyal Bilimler Dergisi7(03), 176-188.

·         Eryılmaz, A. (2018). Bireyle Psikolojik Danışmada Sık Karşılaşılan Psikolojik Sorunlara Müdahale ve Kendi Kendine Yardım Kitabı. PEGEM Yayınları. 3. Baskı. Ankara

·         Özdemir, İ. (2013). Aile yanında yaşayan ve ailesinden ayrı yaşayan üniversite öğrencilerinin algılanan sosyal destek, stresle başa çıkma tarzları, kaygı düzeyleri ve psikolojik belirtiler açısından karşılaştırılması.


Uzman Psikolojik Danışman Melike Dinç